62

kez görüntülendi

Esin Afşar ile son röportaj: Sahnede ölmek isterim!

11 Nisan 2014

Esin Afşar son röportajında en çok da medyanın kıymet bilmezliğinden ve toplumun göz göre göre yozlaştırılmasından yakındı…

75 yaşında birine çok küçük gelen gülen gözleri kaldı aklımda en çok. Artık boyamayı bıraktığı bembeyaz kısa saçları ile küçük bir oğlan çocuğu hınzırlığı ile bakıyordu hayata… “Çocuklarıma onurumu ve ödüllerimi bırakıyorum, başka da bir şey bırakamıyorum maalesef” diyen Esin Afşar Ekim ayında yaptığımız röportajda en çok da medyanın kıymet bilmezliğinden ve toplumun göz göre göre yozlaştırılmasından yakındı…

Müzik onun için çocukluk tutkusuydu. Pek çok sanatçı ‘Ben küçükken’ diye başlayan cümleler kurar ama o gerçekten henüz küçücük bir çocukken piyanosuna tutkuyla bağlıydı. Hayalinde hep konserler veriyordu ve büyüyünce sahnede siyahtan şaşmayan bir sanatçı olsa da, küçükken kurduğu hayal sahnesindeki konserlerinde nedense hep beyaz tuvaletler giyiyordu… Hayaller hep aynı bitiyordu, o piyano çalıyor, konseri sona eriyor, seyirci onu alkış tufanına tutuyordu. Ama bu tatlı düşten onu daima ağabeyi ya da annesinin çağıran sesi uyandırırdı.
O sırada Ankara Koleji’nde okuyordu ağabeyi Oktay Sinanoğlu ile birlikte. Ama aklı hep piyanodaydı. Annesi koleji bitirmesini ondan sonra konservatuara girmesini istiyordu ama yaş sınırını kaçırmamak için annesinden gizli konservatuar sınava girdi ve kazandı. Annesi onun piyano tutkusunu saygıyla karşıladı ve Ankara Devlet Konsertavuarı’ndaki günleri böylece başladı. Tüm hocalarının dikkatini çeken, çok parlak bir öğrenci oldu daima. Klasik müzik tutkusu ile devlet tiyatrolarına girdi piyanist olarak. Muhsin Ertuğrul’un “Sahnenin çukurunda piyanist olacağına sahnede ol” sözlerini dinledi, böylece 12 yıl devlet tiyatrosunda sahnede oldu. Ama sesi o kadar güzeldi ki, şarkı söylemesi için ısrarlar dinmiyordu. İlk menejeri Erkan Özerman oldu, Ankara’da Bulvar Palas’ta şarkı söylemeye başladı.

Ünlü sanatçı Esin Afşar ile Ekim ayında Etiler’deki evinde ‘Hayatın İnsanları’ isimli kitapta yer almak üzere hayata dair bir röportaj yapmıştık. Seslendirdiği şarkılar, yaptığı besteler ve oynadığı oyunlarla ölümsüz olan Esin Afşar ile iki saat süren röportajımızdan bazı bölümleri yayınlıyoruz:

Yoh Yoh’u söylediniz, Bayan Yoh Yoh olarak kaldınız. O şarkı neden o kadar çok sevilmişti?

Ben onu herhangi bir türkücü gibi söyleseydim hiçbir esprisi olmayacaktı. Ama ben onu tiyatral bir şekilde söylediğim için dünyanın her yerinde çok sevildi. Japonya’da müthiş tuttu o parça. Rusya’ya gidiyorum bana ‘’niyet niyet ‘’ diyorlardı, Fransa da “Madam no no”… Üstüme yapıştı yani.

75 yaşındasınız ve hala büyük bir enerji ile konserler veriyorsunuz, sahneye çıkıyorsunuz. Siz gözlerinize yansıyan bu enerjiyi nereden buluyorsunuz? Sahne heyecanı mı sizi böyle dinç tutan?

Sevgisi demek lazım. Biraz böyle hiperaktif yanım var, pek boş duramam. Ben hep böyleydim.

Çevremize bakınca biyolojik olarak yaşlanan pek çok insan köşesine çekiliyor. Bu neden böyle sizce?

Çoğu insan çekiliyor köşesine. Bu artık kişinin yapısına mı bağlı diyeyim, hayata bağlılık derecesine mi. Mesela Muazzez İlmiye Çığ 97 yaşında şaka maka ama o artık eksepsiyonel. Yabancı kelime kullanmaktan da nefret ederim, dilimi eşek arısı soksun. Yani o nadir bulunan bir şey. Hala pırıl pırıl bir zeka ve bir de konuşurken en çok takdir ettiğim tarafı, en ufak bir teklemesi yoktur, gayet akıcıdır konuşması. Örnek olsun genç geçinen utanmaz sunuculara. Bu senin mesleğin doğru dürüst konuşsana be mübarek.

En çok onlara kızıyorsunuz galiba değil mi?

Müthiş sinirleniyorum. Yani Türkçe’nin dilin kendi müziği vardır, o müziği bozuyorlar, kendilerine göre tonlamalar yapıyor böyle abuk subuk. Nasıl bir şey bu?

En çok o zaman Mehmet Ali Birand’ı eleştiriyorsunuz o zaman?

Düzeltti o. O bir felaketti vaktiyle, ee, ıı demekten. Bütün yeni yetişen sunucular da onu taklit etmeye başladırlar marifet gibi. Fakat ondan sonra bilmiyorum bir takım uyarılar mı oldu, diksiyon dersi mi aldı bilmiyorum, sonra düzeldi. Ben artık eee, ııı dediğini duymuyorum ama hala öyle takıntılar var. Bir hanımla program yaptım, Allahım deli olacağım, kadın bir şey soruyor eee, eee, nasıl sinirlerim bozuldu. Şeytan diyor bırak git yani, o kadar sinirlendim. Ona konuşma ve bir şey sorma fırsatı bırakmayacak kadar sürekli ben konuştum. Nazım programıydı, Nazım konusunda da epeyce donanımlı olduğum için rahatlıklı programı bitirdim.

Şimdiki gençlere baktığımızda bir diziyle ünleniyor ama o kadar çok magazin basınının içindeki sanki bütün hayatımız onlarla geçiyormuş gibi… Dedikodulu bir hayat mı lazım bunların olması için. Bizim ülkemizde maalesef öyle. Ben de artık arayıp haber bile vermiyorum basına. Genç gazeteciler tanımıyor bile ben. Yani bunlar böyle ortalıkta olan, ‘tatara tittiri’ diyeceğim, ‘Eller havaya hadi Allah yallah’ diyenlerle ilgileniyor. Artık bu hale gelindi maalesef. Ama bir köye gitsem, oranın köylüsü tanıyor beni. Dediğim gibi magazinel değilim, yaptığım şeyler fazla yer almıyor basında o yüzden. Mesela ben Pakistan’da konser verdim kimin haberi var? Tehlikeli bir durumda piyanistim gelmeye korktu başka bir piyanistle gittim falan ama kimin haberi var? Bir tek Cumhuriyet yazdı. Mesela Amerika’dan geldim konser yapmışım. Milliyet’de genç bir arkadaş var onu çağırdım “Esin abla ben röportajı yaparım ama basmazlar ki” dedi. Kimileri oraya gardırop düzmeye gidiyor da konser yaptım diye atıyor. Ama benim elimde konser fotoğrafları var. Nitekim azar işitmiş o genç gazeteci arkadaşım. “Bana böyle ciddi şeyler getirme” demiş müdürü. Git mankenlerin bacağını çek falan yani böyle maalesef.

Bu haberlerin dayatıldığını mı düşünüyorsunuz?

Şimdi dayatılan deyince aklıma geldi birkaç sene önce televizyonda canlı yayında liseli bir kız ne dedi biliyor musun? “Bizim beklentimiz bunlar değil bunlar bize dayatılıyor.” Hiç unutmadım ben bunu. Bütün dizilere bakıyoruz anneyle kız aynı kişiye aşık oluyor, amcayla dayı aynı kıza aşık oluyor, adam başı metrekareye bir sürü ceset düşüyor. Bu bana halkı uyutma politikası gibi geliyor. İnsanları aşağıya çekme politikası. Halbuki sanatın görevi insanları yukarıya çıkartmaktır aşağıya çekmek değildir. Ama bu yapıyorlar, afyonlanmış gibi insanlar öyle dizi izliyor. Ama böyle bütün dizileri izliyorlar. Yahu insan seçer bir tane bilemedin iki tane izler. Hepsi izlenir mi? Bu ne rezalet. Ama ben halkı suçlamıyorum halkı bu hale getirenleri suçluyorum, medyayı suçluyorum yani sen kaliteli şey ver ki onu alsın.

Hayır hiç olmazsa haftada bir klasik batı müziği ver, hepsi kaldırıldı. TRT 3 klasik müzik çalardı ve caz çalardı oda giderek azaldı. TRT 3’te Serhan Bali’nin klasik konser programı vardı cumartesi ve pazar günleri. Onu dinlerdim, onu da kaldırdılar. Yani tamamen gerçek kültürü yok etmek için her şey yapılıyor. Bundan 2500 yıl önce Konfiçyus demiş ki “Bir ülkeyi yok etmek istiyorsan önce dilini, sonra müziğini yozlaştır.” Dilimiz yozlaştı, müziğimiz de yozlaştı. Allah selamet versin ne diyeyim.

Çocuklarınıza ne bırakıyorsunuz Esin hanım bunca yaşanmışlıktan sonra?

Ödüllerimi ve onurumu bırakıyorum çocuklarıma. Başka bir şey bırakamıyorum maalesef. Kerim Avşar da aynı şeyi kızına demiş. Benim ilk eşimdir o. O da öyle demiş ‘Evladım benim sana onurumdan başka bırakabileceğim bir şeyim yok!”

Dolu dolu 75 yılı geride bırakıyorsunuz, yaşamın bir sırrı var mı, onu çözdüğünüze inanıyor musunuz?

Neye göre mutluluk sorusu önemli… Hanlar, yatlar, katlar ve parayla mı gelir mutluluk? Bana göre değil. Ben bir karikatür gördüm yıllar önce Tan Oral’ın yaptığı. Onu hiç unutamadım. Bir at gidiyor otları yiye yiye yiye yiye gidiyor. Önde bir sarı çiçek çıkmış papatya onu atlıyor ondan sonra yemeye devam ediyor. Beni çok etkiledi hatta Tan Oral’ı tanımazdım, telefon açtım tebrik ettim, sonra dost olduk. Yani mutluluk bunları görebilmek. Ben bunu bir başkasına gösterdim mesela, “Eeee gördüm ne var Allah Allah” dedi.

Gündelik küçük mutlulukları görebilmek mi önemli?

Elbette bu çok önemli. Mutluluk insanın kendi içindedir başka yerde aramanın alemi yok. yatla katla parayla olmuyor bu. Dediğim gibi ufak şeylerden tad alabilmek zevk alabilmek bir mutluluktur. Ben mesela şimdi en çok torunlarımla birlikteyken büyük bir mutluluk duyuyorum.

Benim en büyük zaferim dediğiniz şey nedir?

Ben hemen hemen hiçbir sanatçıya nasip olmayacak bir sanat yaşamına sahip oldum. Bu çok doyurucu bir şey. Gerçekten dolu dolu bir sanat yaşamım oldu ama doydun mu diyeceksin hayır. Benim şimdi ciddi rahatsızlığım da var ama beni hayatta tutan beni iyi edecek olan gene de konserlerim, bir takım etkinliklerdir.

Nedir rahatsızlığınız?

Ben iyi olacağına inanıyorum, bir kan rahatsızlığım var zaten. İki ay önce biyopsi yapıldı kemik iliğinden dediler ki lösemiye bir basamak kalmış. Onun için kemoterapi bir ayda 7 gün bu yapılacak. Daha bir tanesinden inanılmaz hasta oldum, sapasağlamdım kırk gün ateşler içinde yattım, müthiş zordu. Sonra isyan ettim doktorlara sakın kemoterapiyi ağzınıza almayın bu ilacın adını da duymak istemiyorum dedim. Alternatif tıpçı bir kişi var o bazı otlar önerdi ama henüz almadım.

Peki yeniden başlasanız hayata yine sanatçı mı olmak isterdiniz?

Gene bu meslekte, gene bu aynı hayatı sürdürmek isterdim. Yine müzisyen olmak isterdim.

Bundan sonraki hayalleriniz neler? Herkesin bir emeklilik hayali vardır ya…

Ben sahnede ölmek isterim ölene dek sahnede olmak isterim.

Hülya Ünlü Mavigözlü (xlhayat.com) 15.11.2011